Fatih Sultan Mehmed

0


Kararlı kişiliği, stratejik aklı, teşkilatçılığı, siyasi vizyonu, ilme ve kültüre olan ilgisiyle Türk ve dünya tarihinin büyük hükümdarları arasında yer alan II. Mehmed yedinci Osmanlı padişahıdır. İstanbul’un fethi dolayısıyla “Fatih” ünvanı öne çıksa da “Sultanü’l- Berreyn”, “Hakanü’l Bahreyn”, “Kayser-i Rum”, “Sultan-ı Azam”, “Sultân-ı Zıllu’llâh” gibi siyasi, kültürel, ideolojik ve dinsel iddialarını yansıtan çok sayıda ünvan kullanmıştır. Batılı metinlerde ve anlatılarda yaygın olarak korku ve düşmanlıkla tasvir edilmişse de II. Mehmed Avrupalılar için de “Grand Turco”dur.  “Avni” ise şiirlerinde kullandığı mahlastır.

Şehzadelik Dönemi

Mehmed, 1432’de Osmanlı Devleti’nin başkenti Edirne’de doğdu. Babası II. Murad, annesi Hüma Hatun’dur. Çocukluğunun ilk yıllarını Edirne sarayında geçirdi, ilk eğitimini de annesi ve sütannesi Hundi Hatun nezaretinde burada aldı. Sultan II. Murad’ın saray çevresinde âlim ve sanatkârları himaye etmek suretiyle oluşturduğu kültürel ve entelektüel atmosfer, Şehzade Mehmed’in kişiliğini derinden etkilediği gibi, çeşitli milletlerden toplanmış saray görevlilerinin varlığı da dile ve sanata olan ilgisini zenginleştirdi. 1442 yılında, on yaşında annesi ve lalaları Nişancı İbrahim Bey ve Kasabzade Mahmud nezaretinde Edirne sarayından çıkarılarak Saruhan sancakbeyliği mansıbı ile Manisa’ya gönderildi.   

Şehzade Mehmed, Edirne ve Manisa günlerinde doğulu ve batılı hoca ve danışmanlarının nezaretinde iyi bir eğitim gördü. Arapça ve Farsçanın yanı sıra Yunanca, Latince, Rumca ve Sırpça lisanlarını da henüz şehzadelik döneminde öğrendi. Ayrıca Manisa sarayında bulunduğu dönemden itibaren çevresinde Floransalı, Raguzalı ve Cenevizli çok sayıda Avrupalı danışmanı ve sohbet arkadaşı oldu. Bu seçkin çevrenin, Sultan Mehmed’in Orta Asya’dan Avrupa’ya uzanan coğrafyadaki kültürel, siyasal ve askerî birikimi tanıyıp sahiplenmesinde ve çağdaş hükümdarlar arasında temayüz etmesinde büyük bir rolü vardır.     

II. Mehmed’in devlet işleriyle tanışıklığı erken yaşlarında başladı. Babası devrinde Balkanlarda ve Anadolu’da saltanatı tehdit eden ve devleti sarsan önemli gelişmeler vuku bulmuştu. 1397’de Kutsal Roma İmparatoru ve Macar kralı ünvanlarını elinde bulunduran Sigismund’un ölümü Balkanlardaki Osmanlı yayılmasının önünü açmıştı. Ancak 1440 yılındaki başarısız Belgrad kuşatması ve ardından Hunyadi Yanoş komutasındaki Macar ordularının Osmanlı kuvvetlerini üst üste bozguna uğratması Osmanlı ülkesinde büyük bir korku ve paniğe yol açtı. Macar kuvvetlerinin Niş ve Sofya’yı ele geçirerek Edirne’ye doğru ilerlemesi ancak 1443 Ekim ayında, İzladi geçidinde durdurulabildi. Balkanlardaki kayıpların ve İskender Bey isyanının yanı sıra, Karamanoğullarının meydan okuması da II. Murad’ı zor duruma soktu. Çok sevdiği oğlu Alaaddin Ali’nin ölümü ise Osmanlı padişahını psikolojik açıdan yıprattı. II. Murad süreci en hafif şekilde atlatabilmek için diplomatik teşebbüslerde bulundu. Kılıçla kazanılmış bir kısım topraklardan vazgeçerek ve büyük tavizler vererek Macar tarafı ile Edirne ve Segedin’de, Karamanlılarla ise Bursa’da antlaşmalar imzaladı. Anlaşmaların imzalanıp barışın tesis edildiği ve kriz sürecinin atlatıldığını düşünen II. Murad, 1444 yılı Ağustos’unda yerini oğlu Mehmed’e bıraktı ve Manisa’ya çekildi.

II. Mehmed tahta oturduğunda on iki yaşındaydı ve talihsizliklerle geçen bu ilk saltanatı kısa sürdü. 1444 Ağustos’unda barışı tesis ettiğine inanarak tahtı oğluna teslim eden, dünyadan el etek çeken II. Murad yanılmıştı. Çocuk yaştaki şehzadenin başa geçmesi kısa sürede iç ve dış dengeleri değiştirdi ve devleti büyük bir buhrana sürükledi. Balkanlardaki Osmanlı fetihlerinden rahatsız olan ve her fırsatta Osmanlı tarafına yıkıcı bir darbe vurma hayali kuran Avrupalı devletler, bu durumu fırsat bilerek Papalık önderliğinde yeni bir Haçlı seferi organize etmeye başladılar. Bizans yeni bir taht kavgası başlatmak ve Osmanlı ülkesinde karmaşa çıkarmak amacıyla Şehzade Orhan’ı serbest bırakarak Rumeli tarafına gönderdi. Haçlı ordusu kuzeyden Varna’ya kadar ilerler iken Venedik donanması da Gelibolu geçidini kapattı. Bizans İmparatoru’nun da destek verdiği bu oluşum, 1440-1443 senelerinde yaşanan hezimet dolayısıyla Osmanlı tarafında korku ve paniğe yol açtı. Veziriazam Çandarlı Halil Paşa ile Şehabeddin, Zağanos ve İbrahim paşaların arasındaki rekabet gün yüzüne çıktı. Devlet erkânı arasındaki hizipleşmeler siyasal istikrarsızlığı körükledi. Düşman ordularının ilerleyişi, başkentteki karmaşa ve korku, binlerce evi küle çeviren yangın genç padişahın iktidarını zayıflattı ve iktidar çevrelerinde Sultan Mehmed’in Osmanlı ordusunu komuta edemeyeceği düşüncesi egemen oldu. Çandarlı ve ekibinin baskısı ile II. Murad ordunun başına geçip Varna’da (1444) Macarlara karşı önemli bir zafer kazansa da ülkede siyasal istikrar sağlanamadı. Savaştan sonra Çandarlı, II. Murad’ı yeniden tahta çıkması için zorlarken sabık padişah, bir iç çatışma tehlikesi sebebiyle bundan imtina ediyordu. Ancak devlet zirvesindeki hizipler arası çatışma, dış politikadaki hassas dengeler ve psikolojik atmosfer II. Murad’ın yeniden tahta geçmesine zemin hazırlamıştı. Edirne’de yeniçerilerin doğrudan padişahı hedef alarak ayaklanmaları, Şehzade Orhan’a taraftarlıklarını ilan etmeleri, Şehabeddin Paşa’nın konağını yağmalamaları ve zorla bastırılmaları II. Murad’ın fikrini değiştirdi. Genç padişahın otoritesinin sarsılıp iktidar odakları üzerindeki gücünü kaybetmesi üzerine Çandarlı’nın gizli davetiyle Manisa’dan yola çıkan Sultan Murad, 1446’nın son aylarında Edirne’ye gelerek yeniden Osmanlı tahtına geçti.

1444-1446 yılları arasındaki ilk saltanat döneminde başarısız olan II. Mehmed, hal edildikten sonra yeniden Manisa’ya gönderildi ve Mehmed Çelebi “Sultan” ünvanı ile ikinci şehzadelik dönemini 1451’e kadar burada geçirdi. İki yıllık saltanatında yaşadıkları ve hal edilmiş olması genç şehzadeyi derinden etkilemişti. Halil Paşa ve ekibine kızgın olsa da Manisa günlerinde itaatkâr bir tavır sergiledi. Günlerini tahtın tek varisi olarak kendini hükümdarlığa hazırlamakla geçirdi. 1448’de II. Kosova Savaşı ve 1450’deki Arnavutluk seferine katıldı. Ayrıca kendisine bağlı deniz kuvvetleri ile Ege adalarına yönelik akınlar düzenledi. 10 Şubat 1451’de Çandarlı’dan gelen haberle babası II. Murad’ın vefatını öğrendi ve derhal Edirne’ye hareket ederek 18 Şubat 1451’de ikinci defa Osmanlı tahtına oturdu.

Siyaseti ve Fetihleri

II. Mehmed saltanatının ilk yıllarında iktidarını güçlendirmek ve devleti kontrol altına almak üzere bir siyaset izledi. İlm-i siyaseti başarılı bir şekilde uygulayan genç padişah, Halil Paşa’yı görevinde bırakırken yanındaki devlet adamlarını dağıttı ve başkentte kendi ekibini kurdu. Henüz bebek yaşta olan kardeşi Ahmed’i öldürttü. Avrupa tarafındaki ülkelerden ciddi bir tehdit gelmediği gibi, kendisi de Sırp Despotluğu ve Bizans İmparatorluğu’na tavizler vererek antlaşmaları yeniledi. Macar, Ceneviz, Eflak, Rodos gibi bölgesel devletlerle de barışçıl ilişkiler kurdu. Buna karşın hemen her taht değişikliğinde olduğu gibi II. Mehmed’in tahta çıkışında da Anadolu’da siyasi karışıklıklar çıktı. Karamanlılar padişah değişikliğini fırsat bilerek Osmanlı topraklarına saldırırken Germiyan, Menteşe ve Aydın bölgelerinde de Osmanlı karşıtı hareketlenmeler oldu. Bu sebeple genç padişah ilk seferini Anadolu’ya düzenleyerek Karamanlıları barışa zorladı ve Anadolu’da hâkimiyetini tesis etti. Ne var ki, Bizans İmparatorunun Şehzade Orhan için kendisine ödenen haracın iki katına çıkarılmasını, aksi takdirde Şehzade Orhan’ı serbest bırakmak zorunda kalacağını bildirmesi, bu karışıklığı fırsat görerek padişahı hedef alan bir tehditti. Keza sefer dönüşünde yeniçerilerin disiplinsiz davranışları da II. Mehmed’in otoritesi açısından hassas bir durum oluşturmuştu. Taht kavgalarına ve iç çatışmaya yol açacak bu gelişmeler karşısında sükûnetini koruyan padişah, Edirne’ye döndükten sonra politika değiştirmiş ve büyük stratejisini hayata geçirmek için harekete geçmiştir.

II. Mehmed’in büyük stratejisinin esası, İstanbul’u fethetmek ve Roma İmparatorluk topraklarına sahip olmaktı. İstanbul’a sahip olmak yüzyıllardır birçok milletin, özellikle de Müslümanların büyük rüyasıydı. Ancak tüm çabalara rağmen İstanbul’un surlarını yıkmak mümkün olmamıştı. Osmanlılar da İstanbul’u defalarca kuşattılar, ancak Anadolu ve Rumeli’deki topraklarının tam ortasında bir ada gibi kalan şehri düşürmeleri mümkün olmadı. 1451’de tahta çıkan genç padişahın ilk büyük projesi İstanbul’un fethedilmesiydi. Daha önceki başarısızlıkları etüt eden sultan, Edirne’ye döndükten hemen sonra kuşatma hazırlıklarına titiz bir şekilde başladı. Öncelikle İstanbul’a gıda ve lojistik sağlayan Karadeniz yolunu kapatmak için Anadolu Hisarı karşısına Rumeli Hisarı’nı yaptırdı. Gece gündüz surları nasıl etkisizleştireceği ve savunmayı nasıl çökerteceği üzerine çalıştı. Hendeklerin doldurulması ve surlara askerin ulaştırılması önemli olmakla birlikte, esas olarak surları yıkacak olan toplar üzerine odaklandı. İstanbul surlarını dövmek için Saruca ve Urban ustalarının öncülüğünde irili ufaklı toplar döktürttü. Keza Gelibolu ve İzmit tersanelerinde çok sayıda gemi yaptırttı. Ayrıca yürür kuleler, koçbaşları, mancınıklar, tırmanma merdivenleri gibi çok sayıda kuşatma silahı ve aleti imal ettirdi.

Hazırlıkların tamamlanmasından sonra II. Mehmed yeniçeri ve kapıkulu süvarileriyle birlikte 23 Mart 1453’te Edirne’den yola çıktı. Anadolu ve Rumeli eyalet askerleri ve merkez ordusu İstanbul önünde toplandıktan sonra orduyu kuşatma düzenine geçiren sultan, 6 Nisan Cuma günü kuşatmayı başlattı. Kara ve denizden yürütülen muhasara elli üç gün sürdü. 29 Mayıs 1453’te şafak sökmeden başlatılan genel bir hücumla İstanbul surları birçok noktadan aşıldı ve yüzyıllardır hayali kurulan İstanbul fethi gerçekleştirildi.

İstanbul’un fethi Bizans’a gerektiği gibi yardım gönderemeyen Avrupa’da büyük bir heyecan, korku ve çaresizlikle karşılandı. Bununla birlikte başta İtalyan devletleri olmak üzere, Avrupalıların Osmanlı’ya ilgisi arttı ve Türklere karşı korku, nefret ve hayranlıktan oluşan karmaşık duygular gelişti. Bu durum Avrupa milletlerinde derin tartışma ve muhasebelerin yapılmasına yol açtığı gibi, erken modern çağda Avrupa kimliğinin oluşmasında da önemli bir faktör oldu.

Fatih Sultan Mehmed’in siyasi hedefi Roma İmparatorluğu’nun topraklarını hâkimiyeti altında yeniden birleştirmekti. İstanbul’un fethinden sonra bu doğrultuda siyasi ve askerî hamleler yaptı. Öncelikle Çandarlı Halil Paşa’yı öldürtüp ekibini tasfiye ederek iktidarını sağlama aldı. Ardından da siyasi ve askerî projelerini hayata geçirmek için durup dinlenmeden mücadeleye başladı. İlk ve en büyük hedefi Sırp topraklarıydı. Balkanlardaki Osmanlı sınırları Tuna’ya ve Adriyatik’e ulaşmış olsa da vasal devletler üzerinden idare edilen bu topraklarda Osmanlıların mutlak bir hâkimiyeti yoktu. Bu yüzden Fatih, İstanbul’u fethettikten sonra enerjisini büyük oranda Sırbistan ve Arnavutluk coğrafyasına ayırdı. 1454’te Morava Vadisi’ne giren Osmanlı kuvvetleri 1456’da Belgrad’ı kuşattılar. Belgrad düşürülememiş olsa da 1459’da Semendire’nin fethi ile Sırbistan bütünüyle Osmanlı egemenliğine alınmıştı.

Balkanların hâkimiyeti ve Orta Avrupa’ya yönelik Osmanlı yayılması açısından Tuna ve Sava hattının kontrolü çok önemliydi. Bu sebeple Sava’nın güneyinde kalan Bosna topraklarında Macarlar veya Avrupalı kuvvetlerle iş birliği içinde bir krallığın yaşamasına asla göz yumulamazdı. Bu sebeple Fatih Sultan Mehmed, kendisine direnen Bosna Kralı Stefan’ı saf dışı ederek 1463’te Bosna’yı, ardından da Hersek’i Osmanlı sancağı hâline getirdi Osmanlı askerî başarıları ve bölgedeki İslamlaşma, Bosna coğrafyasındaki Osmanlı varlığını kökleştirdi.

Arnavutluk coğrafyasında, Venedik ve Napoli gibi devletler ile Osmanlılar arasında sürekli bir denge kurarak siyasi özerkliğini muhafaza etmeye çalışan hanedanlar bulunmaktaydı ve bu yüzden Osmanlıların Arnavutluk’taki hâkimiyeti sık sık kesintiye uğruyordu. II. Murad döneminde Osmanlılara isyan eden Ivan Kastriyota’nın oğlu İskender Bey, 1451’den 1468’deki ölümüne kadar Fatih’e itaat etmemiş, hatta bu dönemde Osmanlı kuvvetlerine karşı bölgesel üstünlük kurmuştu. Osmanlı sultanı, Balkanlar ve Akdeniz hâkimiyeti için Arnavutluk’u önemsediğinden, başarısızlıklara rağmen asla vazgeçmedi ve düzenlediği seferlerle İskender Bey’i Kuzey Arnavutluk’a sıkıştırdı. İskender Bey’den sonra Venediklilerin liderliğinde Osmanlıya direnen Kroya ve İskenderiye kaleleri de Gedik Ahmed Paşa’nın çabalarıyla düşürüldü ve 1479’da Arnavutluk’un fethi tamamlandı.

Mora, Venedik’le Doğu Akdeniz’deki egemenlik mücadelesi açısından büyük öneme sahipti. İnebahtı, Moton, Koron, Navarin, Anapoli gibi stratejik kaleler Venedik’in elindeydi. Ayrıca Bizans’ın son imparatoru Konstantin’in iki kardeşi Thomas ve Dimitrios da Mora’da Bizans imparatorluğunu temsil ediyorlardı. Bununla birlikte Atina Düklüğü ve Kefalonya Kontluğu gibi bölgede etkili yönetimler de bulunuyordu. Fatih Sultan Mehmed, İstanbul’un fethini müteakiben muhtelif seferlerle, Venedik kolonileri dışında, Mora Despotluğu ve Atina Dükalığı’nı da ortadan kaldırarak Mora topraklarını Osmanlı idaresine kattı.  Ayrıca St. Jean Şövalyelerinin üssü olan Rodos Adası’nın fethi için, sonuncusu 1480’de Mesih Paşa komutasında olmak üzere üç sefer düzenledi. Şövalyelerin deniz gücü ve kalenin savunma sistemleri karşısında Osmanlı donanması istenilen başarıyı elde edemedi. Osmanlılar eş zamanlı olarak Gedik Ahmed Paşa komutasında İtalya yarımadasına da asker çıkarmışlar ve Otranto’yu ele geçirmişlerdi. Avrupa’da büyük bir infiale ve dehşete yol açan bu girişim, Sultan Mehmed’in ölümü üzerine akamete uğramıştır.   

Sırbistan, Bosna, Arnavutluk ve Mora’da hâkimiyetini tesis eden Fatih, fetihçi bir ruhla sınır bölgelerine askerî harekâtı devam ettirdi.  Bu doğrultuda Dalmaçya kıyılarındaki Venedik kale ve şehirlerine saldıran Osmanlı kuvvetleri, akınlarını Macaristan, Hırvatistan, Slovenya ve Avusturya topraklarına kadar genişlettiler. Fatih, Karadeniz havzasının siyasi ve ekonomik değerinin farkındaydı. Ceneviz kolonisi olan Amasra, Candaroğullarının elindeki Sinop ve Trabzon Rum İmparatorluğu’nun merkezi olan Trabzon, Karadeniz’in Anadolu kıyılarındaki önemli liman kentleriydi.  Bu bölgeler Mahmut Paşa’nın gayretleri ve bizzat II. Mehmed’in katıldığı seferlerle 1460-1461 yıllarında ele geçirilerek hem Anadolu hem de Karadeniz’in kuzey topraklarında jeopolitik bir üstünlük sağlandı. Bununla birlikte, Karadeniz havzasında siyasi ve ticari hâkimiyeti kurmak için Eflak ve Boğdan toprakları ile Kırım bölgesini de doğrudan kontrol etmek gerekiyordu. Ancak Eflak Prensi III. Vlad ve Radu ile Boğdan Prensi Stephen Osmanlı sultanına karşı büyük bir mücadeleye girdiler ve bölgedeki Osmanlı nüfuzunu zayıflattılar. Ayrıca Karadeniz’in kuzeyinde Altınorda Devleti’nin dağılması üzerine siyasi bir boşluk oluşmuştu ve Deşt-i Kıpçak adı verilen bu geniş coğrafyada Türk hanlıkları arasında kanlı mücadeleler devam ediyordu. Fatih’in bölgeye ilgisi, İstanbul’un fethinden hemen sonra 1454 yılında başladı. Dinyeper, Dinyester, Don ve Volga havzalarındaki siyasi durumu dikkate alan Fatih, Altınorda’nın mirasına sahip çıkmak isteyen Kırım Hanlığı’na destek vererek Osmanlı nüfuzunu Karadeniz’in kuzeyindeki topraklara da taşıdı. 1475’te Gedik Ahmed Paşa komutasındaki Osmanlı donanmasını Mengli Giray’a destek vermek üzere Kırım’a gönderdi. Bu sefer sonucunda Kırım Hanlığı Osmanlılara bağlandığı gibi Kefe, Sudak, Kerç, Sivastopol ve Tana ele geçirildi ve Ceneviz’in bölgedeki egemenliğine son verildi.

II. Mehmed’in tahta çıkmasından sonra Anadolu’da kendini en fazla uğraştıran beylik hiç şüphesiz Karamanoğulları olmuştu. Karaman beylerinin Akkoyunlulardan aldığı destekle yürüttükleri bu mücadele, Uzun Hasan’ın Otlukbeli Savaşı’nda mağlup edilip prestijini ve Anadolu’daki nüfuzunu kaybetmesiyle birlikte söndü. Ayrıca Karaman beyleri arasındaki çatışmalardan istifade eden Osmanlı sultanı, Osmanlı kuvvetlerinin karadan ve denizden düzenlediği seferlerle Konya, Beyşehir, Akşehir, Ilgın, Larende, Ereğli, Mut, Alanya, Alara ve Manavgat gibi şehir ve kaleleri imparatorluk topraklarına dâhil etti ve Karaman beyliğine son verildi. Osmanlı hâkimiyetinin Anadolu’daki genişlemesi Fatih’i doğuda iki büyük devletle karşı karşıya getirdi. Bunlardan ilki Timur Devleti’nin varisi konumundaki Akkoyunlulardı. Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan, gerek Trabzon Rum İmparatorluğu gerekse Karamanlıların yardım taleplerine cevap vermek istediyse de başarılı olamadı. Ancak Cihanşah’ı 1467’de mağlup edip Karakoyunlu topraklarını ele geçirerek ülkesini büyük bir devlete dönüştürdükten sonra İran, Irak, Anadolu ve Suriye bölgelerinde oldukça iddialı bir siyaset yürütmeye başladı. Avrupalı devletlerin destek ve kışkırtması ile Osmanlı sultanının karşısına çıktı. Ancak ateşli silahlarla donatılmış Osmanlı ordusu 1473’teki muharebe ile Akkoyunluların göz alıcı büyümesine son verdi. Otlukbeli sahrasında vuku bulan savaşta Fatih, geleneksel ordu ve savaş taktikleriyle uyumlu hâle getirdiği top ve tüfek teknolojisi ile Uzun Hasan’a bariz bir üstünlük kurdu. Diğer taraftan Osmanlı sınırları Memluk Devleti’nin nüfuzundaki Çukurova ve Dulkadir bölgesine ulaşmıştı. Bu da doğal olarak Osmanlılarla Memlukleri karşı karşıya getirmişti ki iki devlet arasındaki ilk mücadele de bu dönemde yaşanmıştır.  

Sultan ve Hami

Fatih Sultan Mehmed otuz yıllık saltanatında devleti bir imparatorluğa dönüştürürken siyasi ve bürokratik düzenlemelerle imparatorluğa kalıcı bir nizam verdi. Osmanlı ülkesinde bir ada gibi kalan İstanbul’un fethi Sultan Mehmed’in siyasi gücü ve düzenlemelerinin de esas kaynağıydı. Zira Osmanlı Devleti, kuruluşundan hemen sonra geniş sınırlara ulaşmasına ve büyük oranda Osmanlılaşmayı başarmasına rağmen İstanbul’un fethine kadar ne Rumeli ve ne de Anadolu’da tam bir siyasi istikrara kavuşabilmişti. Her taht değişikliğinde yaşanan siyasi krizler, bağlı devletlerin isyanları, Haçlı seferleri veya Timurlular gibi dış güçlerin ülke içindeki baskısı devleti zaman zaman parçalanmanın eşiğine getirmişti. Ankara Savaşı sonrasında yaşanan fetret devri ve 1441-1443 yılları arasında Macar ordusunun neredeyse Edirne yakınlarına kadar ulaşmış olması, Osmanlıların jeopolitik zorluklarının yanı sıra yapısal problemleriyle de alakalıydı.

İstanbul’un fethi ile birlikte kendisini Roma’nın varisi ve evrensel bir imparatorluğun hükümdarı olarak konumlandıran II. Mehmed neredeyse sınırsız bir iktidar sağlamıştı. Hz. Peygamberin övgüsüne mazhariyeti ile de muazzam bir saygınlık kazanmıştı. İstanbul’un fatihi olarak elde ettiği bu güç, Fatih’e oldukça iddialı cihanşümul bir vizyon ve kurumsal yapıyı merkezî imparatorluğa dönüştürme imkânı vermişti. Düzenlemelerle hanedan ve padişahın, önceki yüzyıllara göre çok daha üstün ve tartışmasız bir mertebeye yükseltildiği görülmektedir. Bu bağlamda, geçmişte sık sık isyan ederek problem çıkaran özerk statülü beylik veya prenslikler ortadan kaldırılarak Müslüman ya da Hristiyan asilzadeleri Osmanlı merkezî bürokrasisinin parçası hâline getirildi. Öte yandan devşirme, pençik ve kul oğullarından beslenen kul sistemi daha yaygın bir şekilde kullanılmaya başlandı. Fetihten sonra İstanbul yeniden imar edilirken boğazlar etrafında güçlü bir imparatorluğun merkezi de tesis edilmiş oldu. İstanbul’un başkent olmasından sonra hızla genişleyen ve elde ettikleri topraklarda bütün kurumlarıyla kökleşen Osmanlılar, kadim dünyanın merkezinde egemen güç olmuşlardı.

Ömrünü seferlerde geçiren Sultan Fatih, kazandığı zaferlerle Akdeniz ve Karadeniz havzasında temerküz etmiş dünya ticaret yollarını kontrol altına almış ve haleflerine miras olarak ülke topraklarını aşan emperyal bir vizyon bırakmıştı. II. Mehmed, Akdeniz’de Venedik ve Ceneviz’in ticari hegemonyasına son verdiği gibi, Karadeniz kuzeyindeki ticari hinterlandı da Osmanlı lehine çevirmişti. Siyasi ve askerî hamleleri ile Osmanlıları hem Avrupa ve Akdeniz’deki siyasi dengeleri belirleyen hem de doğudaki gelişmeleri etkileyebilecek bir güce kavuşturmuştu. Ayrıca kurduğu merkeziyetçi idare ile hazine gelirlerini artırarak Osmanlı savaş gücünü rakipsiz hâle getirmişti.    

Fatih’in ortaya koyduğu hukuki, askerî ve bürokratik yenilikler, küçük bir beylik zihniyetiyle yola çıkan Osmanlılar için kadim kültürleri içselleştirebildikleri ve bu yeni kazanımlarla büyük ölçekli bir düzen kurabildikleri oldukça verimli bir süreci başlatmıştı. Fatih’in doğuyu ve batıyı, yani bütün medeniyetleri tek bir otorite altında birleştirme çabası, diğer tarihsel faktörlerin de yardımıyla medeniyet tarihi açısından önemli sonuçlar doğurmuştu. Bunlardan ilki hiç şüphesiz, Orta Çağ’daki siyasi parçalanmışlığa son veren, gücü ve iktidarı merkezde toplayan, askerî ve bürokratik açıdan merkezîleşmeyi sağlayan devlet modelinin güçlenmesiydi. Osmanlı coğrafyasında tesis edilen istikrar ve süreklilik ayrıca, Moğol istilasından itibaren yaşanan sosyal ve siyasi kaos sebebiyle kurumsal temellerini kaybeden İslam medeniyetinin yeniden canlanmasını sağlamıştı. Hatta hukuk, ticaret ve bürokrasideki yeni yapılanmalarla İslam medeniyetinin kurumları, Osmanlı İmparatorluğu’nun üç kıtaya yayılan sınırları sayesinde siyasal ve toplumsal olarak düzen kurucu küresel bir güce kavuşmuştu.  

İstanbul’un fethinden itibaren gerçekleşen siyasal ve iktisadi genişleme Osmanlıların kültürel ve sanatsal kuşatıcılığına da yansımıştı. Osmanlı padişahı, saray kadınları ve devlet adamlarının himayesinde yapılan kültür ve sanat faaliyetleri, İslam coğrafyasının birikimini İstanbul’a topladığı gibi, İstanbul’da üretilen özgün değerlerin de batıya ve doğuya yayılmasını sağlamıştı. Fetihten sonra İstanbul’un aldığı yeni çehre bu değişimi yakından göstermektedir. Fatih, çeşitli ırk ve dine mensup insanları bir araya getirerek İstanbul’u kozmopolit bir şehir hâline dönüştürmüştü.  Doğudan ve batıdan birçok âlim ve sanatkârın davet edilmesi, getirtilmesi ve himaye edilmesiyle İstanbul kısa sürede büyük ve kadim geleneklerin temsil edildikleri bir şehre dönüşmüştü. Bununla birlikte, Fatih’in planlı politikalarıyla İstanbul, muhtelif kaynaklardan beslenen Osmanlı yüksek kültürünün, Osmanlı’ya özgün dünya görüşünün ve yaşam tarzının üretildiği ve sergilendiği merkez hâline gelmiştir.

Fatih Sultan Mehmed’in dünya tarihinde iz bırakan bu zafer ve başarılarının ardında karakterinin büyük payı vardır. Tarihî kaynaklar Fatih’in kişiliği ve fiziksel görünümü hakkında ayrıntılı bilgi sunmaktadır. Buna göre oldukça zeki, meraklı, tutkulu, idealist, öğrenmeye açık, özgüveni yüksek birisidir. Tarih, edebiyat, şiir, musiki, matematik, coğrafya ve felsefeye büyük ilgisi olan Fatih sanata da düşkündür. Ayrıca vakur, tavizsiz, kararlı, ciddi ve cesur bir karaktere sahiptir.

İyi bir eğitim alan, kendini şarkın ve garbın hükümdarı olarak yetiştiren Fatih şüphesiz, dünya tarihinin en büyük hükümdarlarından biridir. Sarayında çok sayıda doğulu ve batılı bilgin ve sanatkârlar bulundurmuş ve onlardan istifade etmiştir. Bunlar arasında Molla Gürani, Molla Yegan, Molla Hüsrev, Hocazade Molla Muslihiddin, Akşemseddin, Molla İlyas, Siracedin Halebî, Georgios Trapezuntios, Kritovulos, Trabzonlu Amirutzes, Benedetto Dei, Jacopo Languschi, Criaco d’Ancona, Angelo Vadio, G. Stefano, Emiliano gibi isimleri saymak mümkündür. Semerkand’da Uluğ Bey’in talebelerinden olup devrin en büyük matematik ve astronomi âlimlerinden olan Ali Kuşçu’yu İstanbul’a davet etmiş ve kendisine Sahn-ı Seman medreselerinde görev vermiştir. İstanbul Kadısı Hızır Bey’in oğlu Sinan Paşa da Fatih döneminin büyük bilginlerinden biridir. Eğitime çok büyük önem veren Fatih, saray mektebi olan Enderun’un gerçek kurucusudur.

Devrinin en büyük entelektüellerinden biri olarak Fatih, saray kütüphanesinde Doğu’nun ve Batı’nın önemli kitaplarını bir araya getirmiş ve bunları okuyup mütalaa etmiştir. Bunlar arasında Homeros’un İlyada ve Odysseia’sı ile Batlamyus’un coğrafya ve astronomi eserleri de bulunmaktadır. Hatta Batlamyus’un coğrafyasını Greekçeden Arapçaya tercüme ettirmiştir. Tarihe meraklı olduğu kadar matematiğe ve mühendisliğe de büyük ilgi duyan Fatih, top teknolojisinin ve askerî istihkâmların geliştirilmesine bizzat katkı sağlamıştır. Türkistan, İran ve İtalya’dan getirttiği sanatkârlar aracılığı ile saray nakkaşhanesini zenginleştirmiş ve tezhip, hat, minyatür ve resim gibi sanatların gelişimine büyük destek vermiştir. Sinan Bey, Şiblizade Ahmed, Gentile Bellini ve Costanzo da Ferrara gibi isimler sultan tarafından himaye edilip iltifat gören ünlü ressamlardır. Aynı zamanda iyi bir şair olan Fatih’in Avnî mahlası ile yazdığı şiirlerden oluşan bir divanı vardır. Türkçeyi çok iyi kullanan ve ifade gücü yüksek olan sultanın şiirlerinde yer verdiği konu zenginliği de onun renkli kişiliği ile mütenasiptir.

1432’de II. Murad’ın oğlu olarak Edirne Sarayı’nda dünyaya gelen, doğunun ve batının kudretli hükümdarı, Rönesans çağının büyük entelektüeli, âlim ve sanatkârın hâmisi, İstanbul’un fatihi ve Osmanlı İmparatorluğu’nun şöhretli sultanı Fatih Sultan Mehmed, 1481’de yine bir zafer için çıktığı sefer yolunda, Gebze’de Hünkarçayırı mevkiinde 3 Mayıs 1481’de vefat etmiştir.

Yazan: Mehmet Yaşar Ertaş

(Türk Dünyası Ansiklopedisi)

Tags

Yorum Gönder

0 Yorumlar

Yorum Gönder (0)

#buttons=(Çerezleri kabul et) #days=(20)

Web sitemiz çerezler sunmaktadır. Kabul edin
Çerezleri kabul et