Nesimi Festivali Büyük Şairin Memleketi Şamahı'da Devam Ediyor


Mevlana Celaleddin gibi Farsça eser vermiş olsa da dünyaca tanınmış, büyük Türk şairi olduğu kabul edilen İmadeddin Nesimi'nin adına ilk kez düzenlenen festival, tanınmış ve sevilen sanatçıların, ses sanatçılarının ve okuyucuların katılımıyla  eserlerine adanmış bir programla Nesimi Bahçeleri Kompleksi'nde başladı.


Halk Sanatçısı Munis Şerifov'un sanat yönetmenliğindeki Antik Müzik Enstrümanları Topluluğu eşliğinde, şarkıcılar Alim Gasımov, Fergana Gasımov, İlkin Dovletov ve Hüseyn Malikov seslendirdi. Ayrıca Mehriban Zaki, Halide Guliyeva, Hazar Süleymanlı, Kasım Naği, Aliağa Tapdigov, Firuza İsmayil ve Lala Süleymanlı şiirler okudu.


Haydar Aliyev Vakfı ve Azerbaycan Kültür Bakanlığı tarafından ICESCO iş birliğiyle düzenlenen Nasimi - Şiir, Maneviyat ve Sanat Festivali, Doğu'nun büyük şair ve düşünürlerinden İmadeddin Nasimi'nin (1369-1417) yaratıcılığına adanmış olup, şiir ve sanatı canlı tutmayı amaçlamaktadır. Büyük şairin şiirleri, yalnızca muhteşem bir söz ustalığının örnekleri olmakla kalmayıp, aynı zamanda anlam gücüyle bugün de güncelliğini korumaktadır.

Festival akşam saatlerinde sanatsal bir program ve "Nesimi Destanı" balesinin yeni prodüksiyonla sahnelenmesiyle devam edecek.

NESİMİ KİMDİR?

Nesîmî’nin ismini Askalânî “Nesîmüddîn” (Han 1986: VII/269); Latîfî “Abdülmenâf Seyyid İmâdüddîn” (Canım 2000: 523-524), Kınalızâde “İmâdüddîn” (Kutluk 1989: 985), Bursalı Mehmed Tâhir “Ömer İmâdüddîn” (2009: 432) olarak zikretmiştir. Diğer kaynaklarda şairin isimleri arasında “Alî, Muslihüddîn” (Kürkçüoğlu 1973: II) ve “Celâleddîn” (Bilgin 2007: 3) de verilmiştir. İlk dönem Hurûfî yazarlarından Emîr Gıyâseddîn, İstivâ-nâme’sinde Nesîmî’yi “Seyyid-i saîd-i şehîd Emîr Seyyid İmâdüddîn Nesîmî” şeklinde anmıştır (Gıyâseddin 269: 96a). Günümüzde bunlar arasında kabul edilen en yaygın isim İmâdüddîn’dir. Künyesi Ebu’l-Fazl’dır. Şairin, şiirlerinde başta Nesîmî olmak üzere Hâşimî, Seyyid, Hüseynî, Alî, İmâd gibi mahlasları kullandığı da bilinmektedir. Biyografi yazarları arasında Nesîmî’nin doğum yeri hakkında ihtilaflar vardır. Bunlar arasında en eski bilgiyi, Nesîmî’nin de çağdaşı olan İbn Hacer el-Askalânî vermektedir. İnbâ’u’l-Gumr bi-Ebnâi’l-Umr adlı eserinde şairi “Nesîmüddîn et-Tebrîzî” diye anmaktadır. “Nesîmî” mahlasının şairin doğum yerinden alındığı, dolayısıyla Bağdat’ta Nesîm adlı nahiyede (Canım 2000: 523; Kutluk 1989: 985) veya Irak’ta (Hadîkatü’s-Selâtîn vr. 29a-30b’den aktaran Kürkçüoğlu 1985: V) doğduğu söylenmektedir. Ancak Gölpınarlı (1988: 206), “Bağdat civarında bugün Nesîm adlı bir nâhiye olmadığı gibi, Mu’cemü’l-Buldân’da da bu isimde bir yerden bahsedilmemekte” diyerek Nesîmî’nin Bağdatlı olma ihtimalini geçersiz kılmıştır. Nesîmî’nin doğum yerinin Meşâ’irü’ş-Şu’arâ’da Âmid (Diyarbakır) (Kılıç 2010: 865); 1023/1614-15 yılında telif edilen Arafâtu’l-Âşıkîn, 1076/1665-66’da telif edilen Letâifü’l-Hayâl ile Rızâkulı Han Hidâyet’in (ö. 1288/1871)’in Riyâzu’l-Ârifîn’i gibi tezkirelerde Şiraz olduğu söylenmiştir (Vâhidî vd. 1388: 297). Osmânlı Müellifleri’nde ise “Nusaybinli olduğu yazma bir dîvân zahrında görüldü.” (Tâhir 2009: 433) denmiştir. Son dönemlerde özellikle Azerbaycan’da yazılan eserlerde şairin Şirvan bölgesindeki Şamahı’dan olduğu kabul edilmiştir. Nesîmî’nin Tebriz, Şiraz veya Şirvanlı olması konusundaki tartışmalar devam etmektedir. Nesîmî’nin doğum tarihi de bilinmemektedir. Seyyid olması dışında ailesi hakkında bilinenler ise sınırlı ve tartışmaya açıktır. Tahran Üniversitesi Kütüphanesi Fihristi’ndeki bir kayıttan aktarıldığına göre babası Atâullâh, Herat’ın Sultaniye’sinde ve İhlasiye tekkesinde ders vermiş, babasının vefatından sonra Nesîmî onun yerine geçmiştir. Ayrıca Nesîmî’nin, halk arasında Şahanda olarak bilinen, Jülîde-mû lakaplı, Nesîmî’yi “sırrı ifşâ etmemesi” için uyaran Şâh Handân isimli bir kardeşi vardır.


İyi bir tahsil gördüğü eserlerinden anlaşılan Nesîmî’nin hurufîliği kabulünden önce “Hazret-i Şeyh Şiblî’nin cümle-i fukarâsından” olduğu Latîfî Tezkiresi’nde dile getirilmiştir. Nesîmî’nin bağlı bulunduğu Şiblî’nin, dönemin meşhur zahirî âlimlerinden Şam, Kahire, Trablusşam ve Kudüs’te bulunmuş olan Bedreddîn eş-Şiblî (ö. 769/1367-68) olmadığı açıktır. Künhü’l-Ahbâr’da da imkânsızlığı belirtildiği gibi  söz konusu Şeyh Şiblî ilk dönem mutasavvıflarından ve şathiyeleriyle meşhur Ebûbekir Şiblî’nin (ö. 334/945-46) bizzat kendisi değildir. Bundan kasıt ya Ebûbekir Şiblî’nin tarikatı ya da başka bir Şiblî’dir. Nesîmî’yi Nesîmî yapan asıl dönüşüm onun Aliyyü’l-a’lâ aracılığıyla Hurûfîliğe girmesiyle gerçekleşmiştir. Emir Gıyâseddîn, İstivâ-nâme adlı eserinde görüleceği üzere, dayısı Aliyyü’l-a’lâ’ya, Nesîmî’nin fikirlerine referansta bulunarak bazı sorular sormuştur. Bu da Nesîmî’nin görüşlerinin Hurûfîler arasında da bilindiğini ve yaygın olduğunu göstermektedir. Bunun yanında Nesîmî’nin Fazlullâh’ın halifeleri arasında sayıldığı da bilinmektedir. Yetiştirdiği talebelerinden bilinenler ise Hakîmî Tabesî (ö. 881/1476-77) ve Refî’î’dir. Refî’î, Nesîmî tarafından irşat edilişini ve Hurûfîliği anlatmak için Anadolu’ya gönderilişini Beşâret-nâme isimli eserinde anlatmıştır. Nesîmî de Hurûfîliği yaymak için Bağdat, Şirvan, Bakü gibi şehirleri dolaştıktan sonra ilk olarak Latîfî’nin belirttiği gibi Murâd Han Gâzî devrinde Anadolu’ya gelmiştir. 17. yüzyıl şair ve mutasavvıflarından Gaybî Sun’ullâh’ın naklettiğine göre de Nesîmî, Hâcı Bayram Velî’nin (ö. 833/1429-30) yanına gitmiş ancak huzura kabul edilmemiştir (Sohbet-nâme’den aktaran Gölpınarlı 1988: 207). Nesîmî’nin İran ve Azerbaycan taraflarından Halep’e giderken Anadolu’dan geçmiş olduğu kuvvetle muhtemeldir, ancak Sohbetnâme’den aktarılan bu son bilginin de Hurûfî karşıtlığı çerçevesinde sonradan icat edildiği düşünülmektedir.


Nesîmî’nin Hurûfîliği anlatmak için muhtemelen Fazlullâh’ın 796/1393-94 yılındaki idamından sonra yaptığı seyahatlerdeki son durağı Halep’tir. Onun Halep’te idam edildiği tarih hakkında oldukça fazla rivayet vardır. 19. yüzyıl müelliflerinden Rızâkulı Han Hidâyet (ö. 1288/1871) Riyâzu’l-Ârifîn adlı tezkiresinde 837/1433-34’de şehit edildiğini, bazılarının Halep’te şehit edildiğini, bazılarının da kabrinin Şiraz’da Zerkan dışında olduğunu söylediklerini aktarmaktadır. 1313/1895-96’te telif edilen Fars-nâme-i Nâsırî’de Nesîmî’nin ölüm tarihi 840/1436-37’dır. Nesîmî’nin çağdaşı kaynaklardakine nazaran oldukça geç olan bu iki tarihe itimat etmek oldukça zordur. Sıbt İbnü’l-Acemî’nin (ö. 884/1479) Künûzu’z-Zeheb’inde ve buradan alıntı yapan Tabbâh’ın (ö.1370/1950) İ’lâmu’n-Nübelâ’sında ise Nesîmî’nin ölüm tarihi verilmez. Sadece Memlûk Sultanı el-Müeyyed (815-824/1412-1421) zamanında Emir Yaş Beğ’in Şam naipliği döneminde (818-821/1415-1419) öldürüldüğü yazılıdır (Et-Tabbâh 1925: 16). Nesîmî’nin muasırı İbn Hacer el-Askalânî’nin (ö. 852/1448-49) İnbâ’u’l-Gumr bi-Ebnâi’l-Umr’unda ise Nesîmî’nin öldürülmesinden 820 ve 821 (1417-1419) senelerinin olaylarında ayrı ayrı bahsedilir. Bu tarih de Künûzu’z-Zeheb’deki bilgiyle çelişmemektedir. Elimizde Nesîmî’nin halifesi Refî’î’nin Beşâretnâme’si olmasaydı Nesîmî’nin idamı için 820/1417-18 tarihini kabul edebilirdik. Zira 811/1408-09’de yazımı tamamlanan Beşâret-nâme’de Nesîmî’nin şehâdet haberi verilmiştir: “Ol Nesîmî rahmet-i Fazl-ı Hudâ / Ol İmâdü’d-dîn sırr-ı Murtazâ / Cân u ten gözüyle gören Âdem’i / Ol ki çoklar oldı andan âdemî / Ol şehîd-i aşk-ı Fazl-ı zü’l-celâl / Bend u zindânlarda oldu mâh u sâl / Ol Mesîhâ-veş seyâhat eyleyen / Erişip her yirde hakkı söyleyen / Ol belâdan âh u efgân itmeyen / Söyleyen esrârı pinhân itmeyen / Kutb-ı âlem pişuvâ-yı ehl-i dîn / Server-i âfâk-ı emîrü’l-mü’minîn” (Refî’î: vr. 96b). Dolayısıyla Nesîmî’nin bu tarihten önce şehit edildiğini kabul etmek gerekmektedir. Nitekim Köprülü de 16. yüzyılda telif edilen Mecâlisü’l-Uşşâk’taki 807/1404-05 tarihinin Nesîmî’nin ölüm tarihi olduğunu belirtmektedir.


Nesîmî’nin Halep’te, özellikle oradaki Türkmenler arasında olsa gerek, geniş bir taraftar kitlesi edindiği çağdaşı Askalânî tarafından aktarılmıştır. Hurûfi şeyhi Nesîmü’ddîn et-Tebrîzî’nin Halep’te tâbilerinin artması ve bidat fikirlerinin yayılması üzerine, Müeyyidiye Devleti (Memlükler) zamanında sultan tarafından katledilmesi emredilmiştir. Boynu vurulmuş ve derisi soyularak asılmıştır. Künûzu’z-Zeheb’de Nesîmî’nin idamına kadarki süreç daha detaylı anlatılmıştır. Buna göre, Emîr Yaş Beğ zamanında İbn Şanakçı (Çanakçı) el-Hanefî, “sözleri, bazı akılsızları yoldan çıkardığı ve bunların da onun küfür, zındıklık ve ilhadına uydukları” gerekçesiyle Nesîmî’ye dava açılır. Mahkeme, İbn Hatîbü’n-Nâsıriyye, Şemseddîn İbn Emînü’d-devle, Şeyh İzzeddîn, Kâdi’l-kuzât Fethüddîn Mâlikî ve İbni’l-Hâzûk olarak bilinen Kâdi’l-kuzât Şehâbeddîn Hanbelî’nin huzurunda toplanırlar. Nâib Yaş Beğ, davacı İbn Şanakçı’ya iddialarını ispat etmesini, aksi takdirde onu öldüreceğini söyleyince İbn Şanakçı davadan çekilir. Nesîmî kendisi hakkındaki iddiaları reddeder ve şehadet getirir, başka da bir şey söylemez. Şeyh Şehâbeddîn b. Hilâl, onun zındık olduğunu, tövbesinin kabul edilmeyip katledilmesi gerektiğini söyler. Kâdi’l-kuzât Mâlikî buna itiraz eder ve kendi hattınla idam fetvasını yazar mısın diye sorar Şehâbeddîn’e. O da evet diyerek fetvayı yazıp imzalar. Ancak orada bulunan ulemâ bu fetvaya katılmaz. Bunun üzerine Kadi’l-kuzât Mâlikî, Şehâbeddîn’e, diğer kadılar ve ulemânın onunla hemfikir olmadığını, bu durumda Nesîmî’yi onun sözüyle öldüremeyeceğini söyler. Yaş Beğ de Sultan’ın fermanını göstererek, Nesîmî’yi öldürmeyeceğini, kendisine sadece tahkikat yapmasının emredildiğini belirtir. Mahkeme dağılır ve Nesîmî kalede zindana atılır. Müeyyed’in, Nesîmî’nin derisinin yüzülmesi ve Halep’te yedi gün teşhir edilmesi, sonra da uzuvlarının kesilip Dulkadîroğlu Alî Bey, kardeşi Nâsıruddîn ve Karayülük Osmân’a gönderilmesini emreden fermanı geldiğinde de emir uygulanır.


Nesîmî’nin Hurûfî ve vahdet-i vücutçu düşünceleri, düşüncelerinin yer aldığı şiirlerinin halk nezdinde geniş kabul görmesi, bunun da iktidarı ve iktidara yakın bazı ulemayı rahatsız etmesi onun katledilmesinin asıl nedeni olsa gerektir. Nitekim inançlarından dolayı bir insanın haksız öldürülüşü doğal olarak halkın dilinde zamanla dramatik bir hikâyeye dönüşecektir. Nesîmî’nin idamı da aynı şekilde değişik rivayetler halinde yüzyıllardan beri dilden dile dolaşmıştır. Bir rivayete göre Nesîmî, genç bir delikanlının yüzünde Rahman’ın suretini müşahede eder ve mest olur. Zaten Hurûfîlik özünde, başta insan olmak üzere tüm varlıkta Hakk’ı müşahede etmektir. Ulemadan biri kendilerinin bunu göremediğini söyleyince Nesîmî, “Bu Kaf devletinin Anka’sı sizin kabiliyetinizde yuvasını yapmadı ve saadet Hüma’sı da sizin himmet başınıza gölge salmadı.” deyince aralarında bir husumet doğar. Rivayette bahsi geçen delikanlı Nesîmî’nin şiirlerini ezberinden okurken ulema bunu duyup bu şiirler kimin diye sorduğunda delikanlı kendisinin olduğunu söyler. İdamına hükmedilince olayı duyan Nesîmî, şiirleri kendisinin yazdığını belirtir. Böylece genci bırakıp Nesîmî’nin derisini yüzerler. Bu esnada o kadar çok kan akar ki şairin rengi sararır. Çevresindekiler sararmanın sebebini sorunca Nesîmî, “Ben, aşk fecrinden doğan âşıklık güneşiyim. Güneş batarken sararır.” cevabını verir.


Diğer bir halk söylencesine göre Nesîmî’nin şehadetinin sebebi, onunla bir vali arasındaki dostluğu çekemeyenlerin kurdukları tuzaktır. Bazı kötü niyetliler Nesîmî’nin ayakkabısının altına haberi olmadan Yasin suresinin yazılı olduğu bir kâğıt yapıştırırlar ve Nesîmî’ye, valinin de bulunduğu bir mecliste, Yasin suresini ayağının altında taşıyan kişinin hükmü nedir diye sorarlar. Nesîmî, derisinin yüzülmesi gerekir der. Bunun üzerine ayakkabısının altındaki kâğıdı gösterir ve derisini yüzerler.


Özellikle Ehl-i Hak arasında dolaşan bir rivayette ise Nesîmî bir kabristandan geçerken imamın ölüye talkın verdiğini görür. Bunun ölüye bir faydası olmadığını, dirilere verilmesi gerektiğini söyler. İmam, bir hadise istinaden ölülerin defnedildikten sonra kalktıklarını ve suallere cevap verdiklerini söyler. Nesîmî, bu hadisteki ölünün kalkmasından kastın “don-be-don” yani ölünün ruhunun başka bir bedene girip tekrar dünyaya gelmesi olduğunu söyler. İmam, bu kalkışın cismanî olduğu konusunda ısrar eder. Haklı olanın, haksız olanın derisini yüzmesi konusunda bahse girerler. Ölünün kalkışının cismanî olup olmadığını anlamak için de kefenini açıp üzerine darı koymuşlardır. O gece Fazlullâh manevi âlemde Nesîmî’ye gelir ve sırrı ifşa ettiğinden dolayı ona kızar. Gidip o ölünün kefenini yırtmasını ve darıları etrafa saçmasını emreder. Nesîmî denileni yapar ve evine döner. Ertesi gün Nesîmi, mezkûr imam ve şahitler kabri açtıklarında kefenin yırtıldığını ve darıların etrafa saçıldığını görürler. Ölünün kalkışının cismanî olduğuna, dolayısıyla da Nesîmî’nin haksızlığına hükmedilerek derisi yüzülür.


Ehl-i Haklar tarafından anlatılan son rivayet ise şöyledir: Fazlullâh’ın bir koçu vardı. İhtiyaç halinde onu talebelerinden Türk-i Serber’e kestirir, Mansûr’a astırır, Nesîmî’ye yüzdürür, Zekeriyâ’ya parçalatır, Bânû Ayna’ya da pişirtirdi. Koçun eti yendikten sonra kalan kemikleri derisinin içine koydurtarak asasıyla posta vururdu. Fazlullâh’ın kerameti eseri koç tekrar canlanırdı. Fazlullâh’ın bulunmadığı bir gün talebeleri acıkır ve aynı şekilde koçu diriltebilecekleri zannıyla kesip yerler. Ancak posttaki kemiklere ne kadar vururlarsa da koç dirilmez. Fazlullâh gelip koçun izni olmadan kesildiğini görünce, her biri koça ne yaptıysa onun aynı şekilde vefat edeceğini bildirir. Dediği gibi de olur ve Nesîmî derisi yüzülerek öldürülür. Şunu da belirtmek gerekir ki bu rivayetin farklı bir şekli Latîfî Tezkiresi’nde de geçmektedir. Kemal Ümmî ile Nesîmî, Fuzûlî Baba Sultân’ın koçunu kesip yerler. Baba Sultân geldiğinde kızıp Nesîmî’nin önüne ustura ve Kemâl Ümmî’nin önüne kemend koyup dâr-ı fenâdan intikallerine işarette bulunur.


Halk arasında oldukça yaygın olan bir rivayete göre de Nesîmî’nin katline fetva veren müftü, Nesîmî’nin derisi yüzülürken işaret parmağını sallayarak, onun kanının da pis olduğunu, bir uzva damlasa o uzvun da kesilmesi gerektiğini söylemişken Nesîmî’nin kanından bir damla müftünün parmağına sıçrar. Orada bulunanlardan biri müftü efendi şu durumda parmağınızın kesilmesi gerekmez mi deyince, “hacet yok biraz suyla temizlenir” der. Nesîmî bunun üzerine kanlar içinde şu beyti söyler: “Zâhidin bir parmağın kessen dönüp Hak’dan kaçar / Gör bu miskîn âşıkı ser-pâ soyarlar ağlamaz". Dilden dile dolaşan rivayetlerde Nesîmî, yüzülen derisini alır, omzuna atar ve Halep’ten çıkar gider. Halep’in kapılarında bekleyen görevliler bir araya gelince her biri Nesîmî’yi çıkarken gördüklerini söylerler. Nesîmî’nin kesilen uzuvlarından arta kalan vücudu Halep’te kendi adıyla anılan tekkede gömülüdür. Ancak 2013’te hala devam etmekte olan iç savaş sonunda ne durumda olduğunu tespit edemedik. Yukarıda belirttiğimiz gibi onun Zerkan’da vefat ettiğini öne sürenler de vardır. Nitekim bu şehirde de Nesîmî’ye nispet edilen bir tekke ve kabir bulunmaktadır.


Nesîmî’nin Arapça, Farsça ve Türkçe Dîvânı olduğu Latîfî Tezkiresi’nde (Canım 2000: 524) yazılıdır. Başka kaynaklarda Arapça Dîvân’ından bahsedilmez. Ayrıca Mukaddimetü’l-Hakâyık adlı Nesîmî’ye nispet edilen bir de mensur eser vardır.


1. Türkçe Dîvân: Nesîmî’nin dilden dile dolaşan en meşhur şiirleri Türkçe olanlardır. Türkçe Dîvân’ının bilinen en eski nüshası Kemal Edip Kürkçüoğlu’nun şahsi kütüphanesindeki 9 Zilhicce 869/2 Ağustos 1465 tarihli olandır. 15. yüzyılda istinsah edilen “Millet Kütüphanesi, Hekimoğlu Ali Paşa 639”da kayıtlı nüshanın istinsah tarihi ise 893/1487’tür. Nesîmî’nin Türkçe Dîvân’ının yurtiçi ve yurtdışında tespit edilen yüz civarında nüshası vardır. Nesîmî, Türk edebiyatı tarihinde Dîvân’ı en çok yayımlanan şairlerden biridir. Nesîmî Dîvânı’nın Arap harfleriyle altı kez basıldığı görülmektedir: “1260/1844 ve 1286/1869 tarihli ikişer baskı, 1298/1881 yılında bir, bir de tarihsiz ve basıldığı yer belli olmayan taşbaskı” (Kürkçüoğlu 1973: XXVI; Ünver 2003: 141). Dîvânın, İran ve Azerbaycan’da tespit edebildiğimiz on ayrı neşri mevcuttur. Bunların dikkate değer örnekleri, Hamid Araslı (1985), Cihangir Kahramanof (1973) ve Hüseyin Feyzullâhî Vâhid’e (1392) aittir. Şairin Türkçe Dîvân’ı üzerine Latin harfleriyle Türkiye’de yapılan ilk çalışma, Saide Saygı’nın hazırladığı mezuniyet tezidir (Saygı 1965). Eser üzerine Hüseyin Ayan (1970) tarafından yapılan doktora tezi yayımlanmıştır.


 2. Farsça Dîvân: Nesîmî’nin Farsça şiirleri Türkçe şiirleri kadar geniş kitlelere yayılmamıştır. Dîvân ’ın tespit edebildiğimiz nüsha sayısı on sekizdir. Bunlar arasında 909/1503 istinsah tarihli en eski nüsha “Süleymaniye Kütüphanesi, Ayasofya 3977”da kayıtlıdır. Nesîmî’nin Farsça Dîvânı İran ve Azerbaycan’da yedi kez yayımlanmıştır. Bunların dikkati çeken en başarılı örnekler arasında Muhammed Rızâ Mer’âşî (1370) ve Pervîz Abbâsî Dâkânî’nin (1369) neşirleri zikredilebilir. Eser, Türkiye’de Veyis Değirmençay tarafından tercüme edilmiştir.


3. Mukaddimetü’l-Hakâyık: Hakikatlere giriş anlamına gelen Mukaddimetü’l-Hakâyıkta isminden de anlaşılacağı gibi Hurûfîliğin temel argümanlarından bahsedilmektedir. Hurûfîlik üzerine yazılmış ilk Türkçe mensur eserdir. Mukaddimetü’l-Hakâyık’ta, Fazlullâh’ın Farsça olarak sistemleştirdiği görüşlerinden özellikle İslam’ın temel esaslarıyla ilgili olanlar derli toplu bir şekilde Türkçeye aktarılmıştır. Hurûfîliği tebliğ amacıyla yazılan eserin İslam’ın bunlar üzerine yapılan tevilleri barındırması oldukça isabetlidir. Yakın zamana kadar temel Hurûfî metinleri neşredilmediğinden Fatiha suresi, kelime-i şehadet, namaz, oruç, hac, abdest, ezan gibi konulardaki tevilleri içeren Mukaddimetü’l-Hakâyık’ın Nesîmî’ye aidiyeti konusunda, eldeki nüshaların hemen hepsinin başında Seyyid Nesîmî’ye aidiyeti tescil edilmesine rağmen, şüphe oluşmuştu. Oysa eserde yer alan fikirler, Nesîmî’nin piri Fazlullâh’ın eserlerinde de dile getirilmiştir ve aralarında tam bir paralellik vardır. Dolayısıyla Mukaddimetü’l-Hakâyık’ın içeriği ile Nesîmî’nin düşünceleri arasında tutarsızlık aramak ciddi bir yanlışlıktır. Mukaddimetü’l-Hakâyık’ın tespit edebildiğimiz yirmi nüshası vardır. Bunların en eskisi 963/1555 istinsah tarihli Manisa nüshasıdır. Eser, Fatih Usluer tarafından yayımlanmıştır.


Azerî-Türkmen sahasında yetişmiş olmasına rağmen Anadolulu bir şair kadar hatta daha fazla hüsnü kabul görmüş birkaç şairden biri Nesîmî’dir. Onun bazı şiirleri sanki muasır bir şair tarafından yazılmış izlenimi verir. Dili sade, vezin kullanışı sağlamdır. Kelimeleri doğrudan kalpten satıra dökülmüş hissi vermektedir. 14. yüzyılda yazdığı şiirler gerek Azerî gerek Anadolu sahasındaki şairler için her zaman bir köşe taşı olmuştur. Bu etki alanına Çağatay, Türkmenistan ve Türkistan bölgeleri de rahatlıkla eklenebilir. Güçlü edebî dilin yanında, Hurûfilik gibi felsefî tasavvufî fikirleri de mükemmel şekilde aktaran Nesîmî, şiirin zahir ve batınını çok az şaire nasip olabilecek bir başarıyla meczedebilmiştir. Şiirleri adeta Kuran’ın bir tefsiridir. Ayet ve hadislere telmihte bulunmadığı şiiri yok gibidir. Bu telmihler öyle ustalıkla yapılmıştır ki hem bu telmihlerin sayıca çokluğundan hem de mısraların diline mükemmel şekilde nüfuz etmesinden Nesîmî “Kur’an Şairi” olarak ünlenmiştir.

#buttons=(Çerezleri kabul edin!) #days=(20)

Web sitemiz çerezler sunmaktadır. Kabul edin
Ok, Go it!